"KÜRKLÜ VENÜS / VENUS IN FURS"
MARTCH ART PROJECT, 2019
Kim acıttı, ne tehdit etti, hangi noktada bu eve sığamaz hale geldim, bilmiyorum. Bir gün bu evi terk ettim ve uzaklara gittim. Kucaktan kucağa dinmeyen merakımı, yabancı coğrafyaların yabancı kimyalarında kaybolarak ve başka bedenlere teslim olarak dindirmek istedim. Benliğin şehvetle aşındığı ıslak karanlık odalarda, her dem misafir bir bedenin tadını çıkardım.
Aşk bir mülkiyet ilişkisinden öteye gidebilir mi? Aşkın anlamı, birbirimizi sahiplik üzerinden sağalttığımız iki taraflı evcil bir fantezinin ötesine taşıp çoğalabilir mi? Aşkı ve cinselliği romantik bir temas olmaktan çıkarıp şehvet dolu bir direniş sporuna ve haz-acı ritüeline dönüştürdüğümüzde, bize ne olur? Bizden ne kalır?
Bu soruları bu evde sormaya başladım. Hem korunup saklandığım hem de aşkla kıyasıya ilişkilendiğim bir dolaba döndü bu ev adeta. Mülksüzleşen bir mahremiyet, sevgililerle öğrenilen.
Şimdi düşünüyorum da, sığamadığım bu kalabalık evden, beni öğüten bu değirmenden, ve korunduğum bu dolaptan, hiç çıkmamışım.
Şahitlik edebilmeniz için bu dolabın anahtarını 21 Aralık’ta bir geceliğine size teslim ediyorum.
C.Ç.
Who hurt me? What threatened me? At what point did I end up feeling restrained in this house? I don’t know. One day I left here and went far away. Promiscuity was an unquenchable curiosity. I wanted to linger in it by disappearing into foreign chemistries of foreign lands and surrendering myself to other bodies. To enjoy my migrant body in wet dark rooms where desire corrodes self…
Can love go beyond property relations? Can our meanings of love multiply in transcending the fantasy of domestic couples where we redeem each other through ownership? What would happen to us when love and desire are seen as not romantic encounters but sports of dissent, rituals of pain and pleasure? What would be left of us?
I started asking these questions in this house. This place turned into a closet where I did not only protect myself from others but also open, passionately, in love… An intimacy of dispossession - learnt with lovers…
Yet, it now feels like I have never come out of this place. A house of crowded orgies, a sheltering closet, a grinding mill…
For you to witness, on the 21st of December, I lend you the keys to this closet for a night.
C.Ç.
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
---|---|---|---|---|
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
Kürklü Venüs
Mitolojide tanrılar ve tanrıçalar zalimdir. İlkel ve acıkmış arzularını doyurmak için insan üstü güçlerini kayıtsız ve acımasızca, pırıltılar saçarak kullanırlar. Bu zalim tiranlar karşısında insanoğlu zayıf, çaresiz ve kaale alınmayacak kadar değersizdir.
İktidarın şiddeti ancak ona duyulan tutkuya bağlıdır. Şehvet bu ilkel arzular arasında en ölümcül olanıdır, karşısındakine istediğini sunana kadar ona türlü cezalar vererek dikenli yollardan geçirir. Kırbaç, bakışlarıyla aşağılayan soğuk ve zalim bir hükümdarın eline verilmiştir. Venüs’ün elindeki meyve, ancak hak edilmelidir.
Güç, hangi tarafın ellerine teslim edilirse ceza da tıpkı bir ödül gibi o ellerden gelecektir. Böylece hazzın şiddeti, ertelendiği sürece öncesinde ödenen bedelin büyüklüğü ile doğru orantılı olacak; Deleuze’ün söylediği gibi, tüm badireler atlatıldığında karanlık bir ödül gibi gelecektir.
Gücün tadına bakmak, onu ele geçirmeden önce ona maruz kalmakla mümkündür. Zalimliğine rağmen ona teslim olmak, mükafata erişebilmek için konulmuş katı bir kuraldır. Sözleşmeler bunu gerektirir, yiyeceği etin peşine düşmüş aç bir hayvan gibi arzunun peşi sıra koşan iki yaratık karşı karşıyadır; acı ve haz. Masoch’a göre bu sözleşmeler karşılaşmanın kaydıdır ve ancak karşılaşmalar kayda geçtiği sürece aşk mümkündür. Hareketler yerine getirilmeden önce söylenmiş, vaat edilmiş, ilan edilmiş ve özenle betimlenmiş olmalıdır.
Beden kırılgandır, ölümlüdür, zamana yenik düşer ve nihayetinde çürüyecek olan bir et parçasıdır. Ancak öte yandan dayanıklıdır; toza toprağa bulansa da yaşam kendi yolunu bulur. Tırnaklar uzayıp kararırken saçlar birbirine dolanıp keçeleşir. Zihin bulansa da, kelimeler ağızda büyüyen çakıllara dönüşse de onca kirin ve pasağın içinde bu yaratık nefes almaya devam edebilir. Tenin üzerinde gizlenen morluklara ve çürüklere bakılınca sona yaklaşıldığı anlaşılır. Yani hayat önce verir, sonra tüm karşılığını alır. Ancak mazohist, hazzın doruklarına tırmandığında artık verecek hiçbir şeyi kalmasın ister. Tüm cezaları önceden kesilen, peşin ödeme yapmış bir haydut gibi gezinir o parlak ışığın etrafında. Işık soğuktur, üşütür. Işık sıcaktır, yakar. Işık, kırbaçlarını vururarak gezinir haydutun teninin üzerinde. Önemli olan doymak değil, acıkmaktır. Çünkü hayatta olmanın işareti acıkmaksa, doymak; doyuma ulaşmak ancak bir son olabilir.
Kürklü Venüs, bir evin hafızasını yeniden canlandıran, kadife perdeleri havalandıran, gümüş şamdanlarda yanan mumları titreten, bir odadan diğerine acının başka hallerini izleten soğuk ve uğultulu bir rüzgar çıkarıyor.
Karanlık salonda size uzanan bir eli kayıtsızlıkla karşıladığınızda, en derinde kıpırdanan terbiyesi imkansız zehirli yılanlara teslim olamadıktan sonra odadan odaya hazzın etrafında gezinmenin ne faydası olur?
Teslimiyetle gelen acı, yolun sonunda aslında herkesin er ya da geç onu bulduğu aynı yerde pırıldayan hazza işaret ediyor. Ancak bu yol herkesin gitmeyi seçtiği yol değil; bu yol uzun, dolambaçlı ve ızdıraplı bir yol.
Can Akgümüş
Ağustos, 2019
Venus in Furs
Gods and goddesses are cruel in mythologies. They use their bright, heavenly powers recklessly and brutally to satisfy their primal desires and hungers. Against these cruel tyrants, humankind is weak, desperate and insignificant.
The intensity of power is dependent on the desire to obtain it. Lust is the deadliest among these primal desires; it will punish its victim in different ways and makes him crawl through thorns. The whip is given to a cold and cruel ruler, who humiliates those around him with his eyes. The fruit in Venus’s hand must be earned.
The punishment, just like a gift, will come from those hands to which power is given. So, the intensity of lust, as long as it is delayed, will be proportional to the greatness of the sacrifice that is made; just as Deleuze said, when all calamities are overcome, darkness will come as a gift.
To taste power is possible only by being exposed to it before obtaining it. To surrender to it despite its cruelty is a strict rule for claiming the award. Contracts necessitate this; like two creatures who chase their prey like hungry animals face each other: pain and pleasure. According to Masoch, these contracts are the records of the encounter; and love is only possible as long as encounters are recorded. Gestures should be announced, promised, and detaily described before being made.
The body is fragile, mortal; it falls prey to time and it is a piece of meat that eventually will rot. But on the other hand, it is resolute; life will always find a way even when it rolls through dust and dirt. While the nails grow long and dark, the hair entangles in itself and felts. Even when the mind dims; even when words turn to stones that swell in the mouth, this creature can keep breathing in this dirt and filth. When you look at the bruises that are hidden on the skin, it becomes apparent that the end is near. In other words, life gives first, and then takes it all in return. But when the masochist climbs on the climax of pleasure, he desires to see that there is nothing left to give. Like a bandit who’s been punished in advance, who paid all his dues beforehand, he wanders around that bright light. The light is cold; it makes one cold. The light is warm, it burns. The light wanders on the body of the bandit, whipping it meanwhile. The important thing is not to get satisfied, it is to get even more hungry. Because if the sign of life is in hunger, to be satisfied could only be the end.
Venus in Furs creates a cold and wuthering wind which reawakens the memory of a house, airs the velvet curtains, vibrates the candles that are burning in silver lustres and traces different variations of pain from one room to another.
When you indifferently hold the hand that reaches out to you in a dark hall and when you cannot surrender to the untameable poisonous snakes that move deep within; what good could tracing pleasure from one room to another do to you?
The pain that comes with surrender points to the pleasure that shines at the same place where everyone eventually finds at the end of their roads. But this is not the road that everyone wants to take; this is a long, serpentine and painful road.
Can Akgümüş
August, 2019


KÜRKLÜ VENÜS / VENUS IN FURS
21.12.2019, 21:00
Anıl Saldıran, Can Akgümüş, Can İncekara, Cindy Sherman, Erinç Seymen Erol Akyavaş, Gökhun Baltacı, Halil, Hera Büyüktaşçıyan, Joel Peter Witkin, Lütfullah Genç, Metehan Törer, Merve Tuna, Murat Morova, Nejat Satı, Nermin Kura, Robert Mapplethorpe, Roland Topor, Sadık Arı, SENA, Tayfun Gülnar, Yüksel Arslan, Yunus Emre Erdoğan, Zeynep Kayan
Küratör / Curator: Can Akgümüş
Sergi Tasarım ve Koordinatör / Exhibition Design & Coordinator: Ezgi Yıldız
Davet mektubu / Invitation Latter : Cüneyt Çakırlar
Martch Art Project, 2019
İstanbul
"CAMDAN ŞATO / CRYSTAL CHATEAU"
EVLIYAGIL MUSEUM, 2020
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
---|---|---|---|---|
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() | ![]() | ![]() |
![]() | ![]() | ![]() |
Camdan Şato
11.06. - 22.11.2020
Müze Evliyagil, Camdan Şato sergisini Can Akgümüş küratörlüğünde ağırlamaya hazırlanıyor. Sergi, hafıza kavramını Müze Evliyagil Koleksiyonundan ve koleksiyon dışı üretimlerden bir araya gelen 58 sanatçının üretimleriyle beraber çok katmanlı bir şekilde ele alıyor.
Sergi konseptinde şato hafızayı; aslında insan zihninin metaforik anlamda feodal beyliğini temsil ederken camdan yapılmış olması ise duvarlarının, hendeklerinin ve kulelerinin verdiği güçlü imajın aksine tıpkı hafızanın yapısı gibi zarif ve kırılgan bir yapıyı ifade ediyor.
Camdan Şato hafıza kavramını gotik sanat akımı -edebiyat, mimari ve görsel sanatlar- üzerinden temellendirerek odağına alıp, sergide bulunan yapıtları hafızanın yapısına ve işleyişine benzer şekilde anı, mekanın hafızası, bedenin hafızası, nesnenin hafızası ve kayıp hafıza ve hatırlama gibi alt başlıklarda yeniden buluşturuyor.
Sanatçılar: Alper Aydın, Ayça Telgeren, Aykut Öz, Bahar Yürükoğlu, Barış Sarıbaş, Bedri Baykam, Begüm Yamanlar, Bengü Karaduman, Bestami Gerekli, Burcu Perçin, Burcu Yağcıoğlu, Can Akgümüş, Can Aytekin, Can Küçük, Çınar Eslek, Deniz Aktaş, Eda Aslan, Ege Kanar, Emre Yenisoy, Erdal Duman, Erol Akyavaş, Erol Eskici, Fırat Engin, Görkem Ergün, Gülhatun Yıldırım, Haluk Akakçe, Hermann Nitsch, İbrahim Karakütük, İhsan Oturmak, Kazım Şimşek, Mehtap Baydu, Metehan Özcan, Metehan Törer, Murat Morova, Nazlı Gürlek, Necla Rüzgar, Nejad Devrim, Osman Dinç, Onur İzci, Ömer Faruk Şimşek, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Pierre Alechinsky, Roland Topor, Sebahattin Yüce, Selim Cebeci, Semiha Berksoy, SENA, Sevil Tunaboylu, Seza Paker, Şant Mengücek, Tansel Türkdoğan, Tanzer Arığ, Tarık Töre, Ümmühan Yörük, Yüksel Arslan, Zeren Göktan, Zeynep Kayan
Küratör: Can Akgümüş
Asistanlar: İrem Hasçiftçi, Işıl Ayçiçekka, Ece Uzun
Çeviri: Elif Didar Dağtaş
Son Okuma: Can Öztürk
Tasarım ve video: BAREK
Kumaş ve Perde Tasarım Sponsoru: PERSAN
Basın Sponsoru: Radyo Odtü
Crystal Chateau
11.06. - 22.11.2020
Evliyagil Museum is now preparing the exhibition Crystal Chateau, curated by Can Akgümüş. The exhibition is getting ready to share works of 58 artists around the concept of memory with art-lovers, under the roof of the Evliyagil Museum.
In the exhibition, the concept of chateau represents a memory. While it metaphorically represents the feudal lordship of the human mind it also represents an elegant and fragile structure as opposed to strong images such as walls, ditches, and towers since it is made of glass. In this sense, as long as it is treated with care, it can be preserved.
The exhibition focuses on “memory” by grounding it on gothic art movement –literature, architecture, and visual arts- and brings the artwork in the exhibition together under 6 different titles, which is similar to memory’s structure and way of working.
Artists: Alper Aydın, Ayça Telgeren, Aykut Öz, Bahar Yürükoğlu, Barış Sarıbaş, Bedri Baykam, Begüm Yamanlar, Bengü Karaduman, Bestami Gerekli, Burcu Perçin, Burcu Yağcıoğlu, Can Akgümüş, Can Aytekin, Can Küçük, Çınar Eslek, Deniz Aktaş, Eda Aslan, Ege Kanar, Emre Yenisoy, Erdal Duman, Erol Akyavaş, Erol Eskici, Fırat Engin, Görkem Ergün, Gülhatun Yıldırım, Haluk Akakçe, Hermann Nitsch, İbrahim Karakütük, İhsan Oturmak, Kazım Şimşek, Mehtap Baydu, Metehan Özcan, Metehan Törer, Murat Morova, Nazlı Gürlek, Necla Rüzgar, Nejad Devrim, Osman Dinç, Onur İzci, Ömer Faruk Şimşek, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Pierre Alechinsky, Roland Topor, Sebahattin Yüce, Selim Cebeci, Semiha Berksoy, SENA, Sevil Tunaboylu, Seza Paker, Şant Mengücek, Tansel Türkdoğan, Tanzer Arığ, Tarık Töre, Ümmühan Yörük, Yüksel Arslan, Zeren Göktan, Zeynep Kayan
Curator: Can Akgümüş
Assistances: İrem Hasçiftçi, Işıl Ayçiçekka, Ece Uzun
Tanslation: Elif Didar Dağtaş
Proof Reading: Can Öztürk
Design & Video: BAREK
Fabric and Curtain Design Sponsor: PERSAN
Press Sponsor: Radyo Odtü
Camdan Şato
Şato sözcüğü Türkçe’ye Fransızca’dan geçmiş olan, Orta Çağ Avrupası’nda bir bölgenin derebeyinin oturduğu büyük ve korunaklı yapılara verilen isimdir. Şatoların abartılı mimarilerinde, gücün ve otoritenin göstergesi açısından hem görkemli hem de çok sağlam ve korunaklı olmaları önemlidir. Ortaçağ Avrupasında toprak sahibi olmak, nüfuzlu ve otoriteye sahip olmak demekti. Merkeziyetçi yönetim sisteminin aksine totaliter gücün hisselere bölündüğü, feodalite kurumunun adeta bir sahnesine dönüşmüştür.
Kurmacada şato hafızayı; insan zihninin metaforik anlamda feodal beyliğini temsil ederken şatonun camdan yapılmış olması ise bu şatonun aslında savunmasız, zarif ve kırılgan olmasını sembolize eder. Duvarlarına, hendeklerine ve kulelerinin verdiği güçlü imajın aksine camdan şato, hafızanın zaman karşındaki savunmasız yapısıyla benzer şekilde zarif ve kırılgan bir tesise dönüşür. Bu bağlamda ancak dikkatle korunduğu sürece muhafaza edilebilir.
İnorganik, amorf yapıda katı bir malzeme olan cam ise bünyesinde ilginç ve karşıt özellikleri bir arada barındırır. Antik çağlardan bu yana birçok, araç ve gereç yapımında çok yaygın olarak kullanılan cam, saydam veya yarı saydam, hem sağlam hem de kırılgan, gösteren ve görünendir. Camdan inşa edildiği hayal edilen bir şato, elbette hem şatonun gotik mimari özelliklerine sahip olacaktır, hem de camın saydam ve kırılgan olmasına karşın camın görkemini ve sağlamlığını bünyesinde taşıyacaktır.
Edebiyatta da ilk gotik eserler dolambaçlı ve iç içe açılan gizemli kapılarıyla şatolarda, virane kalelerde, tuzaklarla dolu manastırlarda, karanlık zindanlar veya bunun gibi ürpertici, ıssız ve yerleşim merkezlerinden uzak mekânlarda geçer. Zamanla terk edilmiş evler, fabrikalar, hastaneler, okullar, daracık odalar gibi gündelik hayatın geçtiği metropoller gotiğin yeni mekânı olacaktır. Gotik edebiyatta mimari çokça öne çıkıyor gibi görünse de aslında esas mesele insan ve onun zihni ile ilgilidir. Olayların geliştiği tehlike ve bilinmezlerle dolu karanlık mekânlar, bir bakıma insan zihninin ve onun derinliklerinde varolmayı sürdüren düşüncelerin ifadesi olarak ortaya çıkar. Hafızayı bu anlamda ele aldığımızda gotik mimarinin kurallarına uygun inşa edilmiş, dolambaçlı koridorları ve iç içe açılan kapıları ile bazı bölümleri karanlık, bazı bölümleri aydınlık bir yapıyla karşılaşırız. Mimari ile benzer şekilde gotik edebiyat da, dönemin bireysel ve toplumsal ruh haline, insanların korku ve endişelerine karşı bir duyarlılığın sonucu olarak ortaya çıkarak, en çok bir türlü silinip atılamayan geçmişin hortlayıp şimdiye musallat olması konusunu ele almıştır.
Camdan Şato kurmacası, bu bağlamda hafıza meselesini ilk tahlilde gotik sanat akımı -edebiyat, mimari ve görsel sanatlar- üzerinden ele alıyor. Sergide bulunan yapıtlar ve bu yapıtların sanatçılar tarafından üretilmesine sebep olan mevzular, hafızanın yapısına, işleyişine, değiştirilmesine ve yitirilmesine uygun şekilde alt başlıklar oluşturuyor.
Anı/Hatıra
“Hayat başlıyor. Şimdi başlıyorum biriktirdiğim hayatıma.”
Dalgalar, Virginia Woolf
Alper Aydın / Aykut Öz / Bengü Karaduman / Emre Yenisoy / Haluk Akakçe / İbrahim Karakütük / Metehan Törer / Onur İzci / Ömer Faruk Şimşek / Roland Topor / Sebahattin Yüce / Semiha Berksoy / SENA / Sevil Tunaboylu / Seza Paker / Tarık Töre / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan
Sanatçının üretiminde kişisel hafıza ana damarlardan birini oluşturur. Öz yaşam öyküsünde başına gelen olaylar, hatırlamak üzere özenle ayırıp sakladığı özel anıların yanı sıra bir daha asla hatırlanmamak üzere mahzene indirilmiş, rafa kaldırılmış kadim anıların oluşturduğu yatay sığa, hayat devam ettikçe genişler. Burada bahsedilen kişisel hafızanın diğer tüm insanların oluşturduğu hafızalardan ayrılarak özellikle sanatçının kişisel hafızası altında bahsediliyor olması elbette bir tesadüf değildir. Sanatın en önemli özelliklerinden biri, hafızanın çeşitli medyumlar aracılığıyla yeniden üretilmesidir.
Yeniden üretilemeyen hafıza, ölü hafızadır. Bir de ölü zaman vardır André Green’e göre. Ruhsal hayatta ölü ve hareketsiz bir zaman dürtüsüz bir zaman değil, dürtünün kullanışsız olduğu bir zamansallıktır. Ölü zamanın canlı zamandan olan farkı ruhsal hayatın fakirliğidir. Örneğin kişi fazla konuşmaz, konuşsa da günlük meselelerin işlemci yönüne odaklanır. Yani bir şeyleri yapmaktan, halletmekten söz eder. Yaşamı sürekli halledilmesi gereken bir zaman dilimi olarak algıladığı için ne yaşadığından çok ne yaptığına odaklanır. Sanki bir tür ölüm kalım savaşı içindedir ve konuşmaktan keyif almadığı gibi konuşmanın çağrışımsal boyutu da sınırlıdır, bazen yoktur bile. Hatta bazen hiç rüya görmez, görse bile o rüyanın arkasından çağrışım gelmez. Bazı imgelere muammaymışçasına bakar ve konuyu değiştirir. İşte böyle bir ruhsallık içinde temsil barındırmaz, yani anlatılan öteberi üzerine bir şeyleri temsil etmek, bir şeyleri düşünmek mümkün değildir. Zaman adeta durmuştur, ölü bir zamandır burada söz konusu olan, zira içinde sürekli aynı şeyler tekrarlanır, bir tür hastalıklı tekerrür vardır.
Bahsi geçen hastalıklı tekerrür, zaman zaman hepimizin hayatını ele geçirir. Hayatın döngüsel yapısı, hemen hemen herkesin ilgisini, aynı yolun farklı bir yerindeyken cezbeder. O ana kadar uzun zamandır kendisini, yaşamının; seçimlerinin ve kazançlarının biricikliğine adamış olan kişinin bu farkındalığı, ilk déjà vu anında deprem etkisi yapar. Sanki geçmiş yeniden keşfedilmelidir, anılarla sağlamlaştırılmış olan kimliğin inşası gözden geçirilmelidir.
Dejavu anında keşfedilen bu döngüselliği ancak sanatçının imge üretim kabiliyeti kırabilir. Zamanda açılan bir yarık gibi döngüselliğin seyrini değiştiren bu edim (sanat), bakışın yönünü değiştirebilir. İmgenin gücü, zamanında düşen yağmur gibi her şeyi yeşertecek güçte olmasındandır. Aslında zaman zaman sanatçının beslendiği kişisel hatıraları sonuca ulaştığında hala çok kişiseldir; öte yandan da bu kişisel hafıza herkesi büyüleyici bir şekilde ilgilendirir. Nihayetinde bu kişisel hafıza içinde gizlenmiş habis öyküleri ortaya çıkarmak, onların karşısında savunmasız kalmak gerekir; devinim ancak böyle doğar. Rüyalar başlar, çağrışımlar artar, imgeler derinleşir, anlam ve boyut kazanır. Colomina’nın Kamusallık ve Mahremiyet kitabında (2011) geçen Benjamin’in Theodor Reik’ten alıntıladığı üzere; “Hafızanın (Gedächtnis) işlevi, izlenimlerin korunmasıdır; hatıra (Erinnerung) onları ayrıştırmaya yöneliktir. Hafıza esas olarak tutucudur, hatıra ise yıkıcı.”
Mekanın Hafızası
“Cennet, ne bir zaman, ne bir mekan. Cennet; yetkinliğe ulaşmanın ta kendisi.”
Bahar Yürükoğlu / Barış Sarıbaş / Bedri Baykam / Begüm Yamanlar / Burcu Perçin / Deniz Aktaş / Erol Eskici / Metehan Özcan / Nejad Devrim / Pierre Alechinsky / Roland Topor / Sebahattin Yüce / Selim Cebeci / Seza Paker / Tanzer Arığ / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan / Zeynep Kayan
Yaşam, her anında, kendini gerçekleştirmek üzere kendi mekanlarını oluşturur. Yaşarken nasıl yakınımzda bulundurmak üzere yaşamış olduğumuz gerçeğinin kanlı canlı şahitlerini arıyorsak, yaşadığımız yerlerin de bellek oluşturması için ayrıca çaba harcarız. Aidiyet hissi ve İz bırakmak önemlidir; varlığın inşaası ile beraber anılması üzere mezar taşından bile ibaret olsa, yeryüzüne çakılmış bir çivi, bir direk, bir iz mutlaka gerekir. Hatıralar nerede muhafaza edilmelidir? Bu savunmasız, tenkide açık mahrem yığınlar elbette muhafaza edilmeyi hak eder. Belleğin tüm katmanları karşısında metaforik ve analitik bir dizi açıklamayla beraber bu soruya cevaben bir fiziksel yapıya işaret etmek kaçınılmazdır.
Yüzyıllar boyunca önemli bir düşünme pratiği olarak kabul edilen “ars memoria” yani hatırlama sanatı, mekânsal sürekliliğin hatırlamaya kaynaklık etmesine dayanır. Anı imgelerini mekâna bir düzen içinde yerleşmiş bazı nesneler yoluyla işaretlemek, daha sonra da bu nesneler arasında imgesel bir yürüyüşe çıkmak hatırlamayla özdeştir. Başka bir ifadeyle hatırlama sanatını kullananlar, akıllarında tutmak istediklerini, zihinlerinde yarattıkları veya zaten halihazırda mevcut olan bir mekân içinde onları imleyecek nesneler olarak yerleştirirdi. Bu mekânın koridorları ve odaları içinde çıktıkları astral bir gezintiyle bu nesnelerle karşılaştıklarında hatırlamak istediklerini ve onlar arasındaki ilişkileri eksiksiz olarak hatırlayabilirlerdi.
Hatırlama sanatını, gündelik hayatın rutininde tam tersine çevirerek sürekli kullanmaktayız. Neredeyse tüm hatıralarımız gün içinde oluşurken -rüyaları da hesaba katarak bunun dışında tutmakta fayda var- içinde yaşadığımız, etrafında gezindiğimiz, kapıları ve koridorları olan, odalarına yerleştiğimiz mekanlarla ilişkilenmekte. Ancak buraya kadar bahsettiğimiz tüm veriler nihayetinde bizlerin, yaşayan -ya da yaşamış- insanların hafızasını ilgilendiriyor. Peki bizden bağımsız, bizden öncenin veya sonranın dolaysız etkilenmekte olduğu, mekanın bizlerden bağımsız kendi hafızası var mı?
Mekanın hafızası, sadece bireylerle temas halindeyken parlayan, kişilerin gündelik hayat pratiklerini bireysel ve kolektif deneyimin bir parçası kılabilmek ve hatırlanabilir bir geçmişin ve eyleme yönelik şimdinin içine dâhil etmek anlamına geliyor olmalıdır. Bu soru bizi mekana bir aygıttan çok araç olarak yaklaşmaya iter. Mekân üzerinden kaydedilen bellek, geçmişin anılarını muhafaza etme arzusundan daha fazlasını ifade eder. Bu haliyle mekanın hafızası, geleceğin hatıralarını başka bireyler için başka şekillerde oluşturma talebiyle ortaya çıkan siyasal ve kolektif bir örgütlenmeye maruz kalıyor olmalıdır ki kendi bağımsız varlığını ortaya koyabilsin. Ancak böylece mekan şimdiki zamanda geçmişin varlığını yaşatabilir, tıpkı bu varlığı geleceğe de taşıyacağı gibi.
Bedenin Hafızası
“Kırılganlığınız aynı zamanda dayanma gücünüzdür.”
Pina Bausch
Ayça Telgeren / Burcu Yağcıoğlu / Can Küçük / Çınar Eslek / Erdal Duman / Erol Akyavaş / Gülhatun Yıldırım / Hermann Nitsch / Mehtap Baydu / Metehan Özcan / Nazlı Gürlek / Necla Rüzgar / Roland Topor / SENA / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan / Zeren Göktan / Zeynep Kayan
İnsan bedeni, dünyaya geldikten sonra kendisini tanımlamak zorunda olan ve alması gereken pozisyonu anlaması için sürekli müdahale edilen bir yapı olagelmiştir. Göreli gelişmeler sonucunda ise artık bedenin yaşayan bir organizma olduğu algısı değişerek verimli bir işgücü enstrümanı olarak tasarlanmaya zorlanmıştır. Aynı zamanda güzellik, gençlik ve biriciklik olguları da bu enstrümanın maruz kaldığı sistematik müdahaleler alanını genişletmektedir. Bu baskı ve müdahaleler sonucunda zarif, kırılgan olan beden yara alır. Yaralar kısa sürede açıklıklara ve ardından yarıklara dönüşür. İyileşme sürecine uğrasa dahi yaşadığı acının tarihi bir iz olarak üzerinde kalır. İyileşmekte olan bedenin ilacı zihinden gelir.
İkinci dünya savaşı birçok insanın hayatını değiştirdiği gibi toplumların da düşünme yetisini ve mukavemetini değiştirmiştir. 1950’ler sonrasında sanatçılar modernliğin zorunlu kıldığı iktidar kurumları ve araçları ile daha ciddi bir hesaplaşma içine girmişlerdir. Bu hesaplaşma, moderniteden günümüze kadar iktidarın beden üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonyaya bir refleks, karşı çıkış tavrı olarak görülebilir. Böylece metalaşmaya karşı duramayan sanat kurumları yepyeni bir sorunla karşılaşacaktır; depolayamadıkları, duvarlarda asarak sergileyemedikleri ve ilk tahlilde satamadıkları malzeme olarak bedeni kullanan aksiyonlar, body art sanatçılarının eylemleri ve performans sanatı.
İktidarın kontrolünde bulunan ve sürekli gözetlenen modern gündelik hayatın seyrinde acı sadece müdahale ve terbiye etmek için bir araç iken, haz ise yasaklanan, kaçınılarak sağaltılması gereken, ayıplanan ve kontrol edilen bir forma dönüşür. Acının cinsel bir doyum aracı olarak ifadesinin tam da bu dönemlerde ortaya çıkması sürpriz değildir. Mazohizmin ve sadizmin böylesi düzen bozar bir dil kullanarak yankılanması, acı-haz ilkelerini yeniden formüle ederek onlara politik bir cevaba dönüştürebilme kabiliyeti kazandırır. Bu kabiliyet özgürleştirici ve öğreticidir, böylece beden yeni bir dile sahip olur.
Beden aracıyla eylem anındaki varoluşa dikkat çekme fikri, tipik estetik algısından ve sanatın bahşettiği yücelikten fersah fersah uzakta seyircinin yüzüne tokat gibi çarpan bir dizi yeni dalga doğurdu. Bu oluşumlardan belki de en erken ve dikkat çekici olanı 1965 yılında Hermann Nitsch, Otto Muehl, Günter Brus ve Rudolf Schwarzkogler’in de katılımı ile oluşturulan Wiener Aktionismus (Viyana Aksiyonu) grubu sanatçılarının çalışmalarında bedeni bozma, kendini kurban etme, adak etme temaları esas alınmıştır. Şaman aktiviteleri ile pek çok bakımdan benzeşen bu işler, izleyiciye yüce sanattan beklediği orantılı güzelin yerine şok eden, tiksindiren ortamlar yaratmıştır.
Viyana Aksiyonu’nun en tanınır sanatçısı Hermann Nitsch, gerçekleştirdiği ayinsel performanslarında yaşam coşkusunu, sınırsız özgür neşeyi övmüş, ön plana çıkarmıştır. Nitsch, dini ritüelleri ve formları yeniden yorumlamıştır. Kurban etmek, kan akıtarak şifalanmak ve nihayetinde otoriteyi-leri- memnun kılmaktan yola çıkarak bunu bireysel değil toplumsal ölçüde yeniden ele alır. Amacı, sanatçının ayini ile toplumun arındırılmasıdır. Bilinen rahip tanımının dışına çıkarak, bir iyileştirici, bir rehber, bir şifa dağıtıcısı görünümüne ve konumuna yerleşir. Performans süresince kullanılan malzemeler et ve kan gibi gündelik yaşamımızın içinde olan, özellikle de yaşamımızın devamını sağlayan şeylerdir. Sanatın kutsallığı ve bütün tabular Nitsch’in aksiyonlarında yıkılmaya mahkumdur. Ayine katılanlar ise bireysel kimliklerini terk ederek, bir özümseme, parçalanma, kendini terk etme ve kendini bulma sürecinden geçmektedirler. Nitsch, gerçekleşen aksiyonun sonunda ortaya çıkan resimleri ritüellerinden “sağ kurtulanlar” olarak ifade eder. Bu minvalde Nitsch’in resimlerinden, toplumun arınabilmesi için katartik yöntemlere maruz kalarak kurban edilmiş bedenler olarak bahsedebiliriz. Kırılmış, yarılmış, koparılmış, asılarak baş aşağı sallandırılmış, kanları akıtılmış, ezilmiş ve parçalanmış bedenler.
Nesnenin Hafızası
“Misafirli bir gece nasıl mı geçmiştir, bunu tabaklarla fincanların, bardaklarla yemeklerin duruşundan anlar geride kalan kişi, bir bakışta.”
Walter Benjamin
Eda Aslan / Mehtap Baydu / Osman Dinç / Özlem Günyol & Mustafa Kunt / Selim Cebeci / Seval Şener / Seza Paker / Tansel Türkdoğan / Tarık Töre / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan / Zeren Göktan
Evren yasalara göre işler. Akışta her şey birbiriyle temas halindedir, etki-tepki yasası, temasa geçen her varlığı birbirine görünmeyen iplerle bağlar. Canlı varlıkların dünyasında kopararak ayırdığımız ve “belirli bir kütlesi ve hacmi olan her türlü cansız varlık” diye tanımladığımız nesneler, bu büyük akışta kendi hafızalarını oluştururlar.
Nesneler ve insanlar birbirlerine yakın bağlarla bağlanmış olup bu danışıklı dövüş çerçevesinde kendilerine atfedilen duygusal değer sayesinde evde yaşayan bir “kişilik” gibi algılanmaktadırlar. Nesnenin bir “kişilik” gibi algılanma durumu, insan – nesne özdeşliğinin bir sonucudur. Bu özdeş durum, nesnenin mekânda nasıl konumlanacağı konusunda önemli görülebilir. Jean Baudrillard, nesnelerin birincil işlevleri insan ilişkilerindeki kişisel boyutu ön plana çıkartmanın yanı sıra paylaştıkları mekâna can ve ruh katmak olduğunu söylemektedir.
Cansız olarak atfedilen bu varlıkların güncel versiyonları, insanlık tarihi içinde elden ele, kuşaktan kuşağa aktarılarak endüstriyel bir gelişime tabi olmuştur. Bu gelişim, nesnelerin hafıza sığasını oldukça derin kılar. Kimi cansız yüzeylerin oluşumu daha da meşakkatlidir; oldukça büyük zaman dilimleri içerisinde gerçekleşir. Canlılar kadar kıymetli olmayan böyle nesnelerin aslında ne kadim şahitliklere haiz olduğunu düşünmek bile büyüleyicidir. Hayatımızda yer alan, etrafımızda sürekli bulunan ve bizim için bazen özel şeyler ifade eden bu nesnelerin akıbeti aslında bizden farklı değildir. Gidişatın ve akışın önermesiyle sürekli bir dönüşüme tabii tutulurlar. Çözünürler, birleşirler, basınç altında erirler, gaza dönüşüp uçarlar ve yağmura tutunup tekrar yere düşerler.
Yine de nesnenin yapıldığı materyali bir yana bıraktığınızda, ona manevi değerini veren kişinin onunla biçimlendirdiği hafızasıdır. Aidiyet ilişkisi barındıran nesnelere kişilik özellikleri yansıtılır, fanileşirler kırılganlıkları da artar. Kintsugi sanatı bu bağlamda bize çok şey anlatır. Japon felsefesinden ve özellikle de Zen estetiğinde, nesnenin üzerinde oluşan zamanın kusurlarını ve izlerini yok etmek, hasarı gizlemek yerine daha da belirgin hale getirmek onu güçlü kılmaktadır.
Kayıp Hafıza
“Ben bir evim. İçim karanlık. Bilincim yalnız bir ışık. Rüzgardaki bir mum. Titreşen bir alev. Bazen burada, bazen orada. Geri kalan her şey gölgede. Geri kalan her şey bilinçaltında."
Sigmund Freud
Can Aytekin / Can Akgümüş / Ege Kanar / Görkem Ergün / İhsan Oturmak / Seval Şener / Seza Paker / Tanzer Arığ / Yüksel Arslan
Hafıza varoluşun temelidir. Sistemleri, toplumları, bireyleri ayakta tutan, bunu yapabilmek için de çok derinlere inen kökler gibi davranmak zorunda olan bir yapısı vardır. Ancak sistemlerin varoluşları rastlantısal değildir. İnsan iradesiyle, insanın emellerine hizmet etmek üzere kurgulanmış yaklaşımlardır. O halde, hafıza birliğinin zincirleriyle bir arada duran toplumların hafızalarına müdahale edilebilinir mi? Toplumu oluşturan, çeşitliliği mümkün kılan her bir bireye; bir zümrenin, inanışın veya ideolojinin gereksinimi olan hafıza birimleri yerleştirilip kabul ettirilebilinir mi?
Berger’in de dediği gibi “görme konuşmadan ve sözcüklerden önce gelir”. Hafızamız birbiri ardına yığınlarca yığılmış görüntülerden oluşan dev, düzensiz bir yığındır ve her anı, her kişi, her üzüntü, her tat ve her mutluluk için eşleştirdiğimiz bir sembol vardır. Daha sonra sözcükler gelir, semboller böylece kavramsallaşır ve adeta emek-yoğun bir şekilde inşa edilmiş yapılara dönüşür.
Hafızanın “çarpıtılabileceği” düşüncesinin altında, gerçeğe bütünüyle uygun bir belleğin ne olması gerektiğini hesaplayabileceğimiz ya da yargılayabileceğimiz bir ölçüt bulunduğu varsayımı yatmaktadır. Bireysel hafızayı belirli bir ölçütte yargılamak zorsa, kollektif hafıza söz konusu olduğunda durum daha da karmaşıklaşır çünkü kolektif hafızada, geçmişteki bir olay ya da deneyim bütün katılımcılar için gerçekten de farklı bir olay ya da deneyim anlamına gelir. Önce görüneni değiştirerek onu göstermek istediğiniz forma sokarsanız, sonrasında anlatılan geçmişi yeniden tasarlayıp baştan anlatırsanız, tüm bunları yaparken kesintisiz, sistematik ve yıkıcı bir karşı-güç kullanırsanız pekala hafızayı değiştirebilirsiniz. Kuşaktan kuşağa da aktarılanlar değişmeye başlar, her şey değişir, dönüşür, öyle bir zaman gelir ki aslıyla arasında tek bir benzerlik kalmayabilir.
Bu minvalde kolektif hafıza -çoğunlukla kayıp hafıza- başlığı altında bir toplumu, bir milleti tanımlama konusunda, çeşitli türevleri olmakla beraber genel olarak biri Aydınlamadan diğeri de Romantizmden kaynaklanan iki temel anlayış olduğu düşüncesi yaygın kabul görmektedir. Bu fikirlerin ardındaki temel düşünce milletin iradi bir birlik oluşudur. Renan, milleti oluşturan unsurların ırk, din, dil birliğine, ortak çıkarlara ya da toprak birliğine indirgenemeyeceğini söyler. O’na göre modern milletin temel özelliği, bireyin millete özgür ve iradi katılımıdır. Bu anlayışa göre birey, bir millete ait olarak dünyaya gelmez.
Geri Çağırma
“Hatırlamak etik bir edimdir, kendi başına ve kendisi olarak etik değeri vardır. Hafıza ise, acı verici olsa da, ölülerle kurabileceğimiz tek bağdır.”
Susan Sontag
Bestami Gerekli / Can Akgümüş / Fırat Engin / Kazım Şimşek / Murat Morova / Selim Cebeci / Semiha Berksoy / Şant Mengücek / Tanzer Arığ / Tarık Töre / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan
Platon’a göre “zaman, Tanrı’nın ebedi hareketliliğinin ve hayatının, halk edilmiş olanlara aktarılması sırasında mecburen yaratılmış olan ve değişmeyen bir değişkendir.” Platon’un Menon diyaloğunda geliştirdiği bilgi kuramı anımsama (reminiscentta) üstüne kuruludur. Menon’da erdemin öğrenilen bir şey olduğunu ve bilginin kesinlikle ruhtan kaynaklandığını görürüz. Zamanın tanımı bu şekilde yapıldığında, anımsama, bilginin yeniden bilinç düzeyine yükselmesi sürecidir. Platon’un İdealizminde zihinden hiçbir zaman kaybolmayan bir hakikat ya da gerçeklik söz konusudur. O’nun için insan belleği, zihnin rasyonel kısmının hakikat üstüne bilinçli bir düşünme sürecine girmesine yarayan bir araçtır. Buna karşın Aristoteles ise bilginin esas olarak duyularımızdan kaynaklandığını söyler. Aristoteles’e göre bellek, eski nesneyi eskiden nasıl algılamışsak o algılama biçimiyle uyumlu bir şekilde geçmişten sahneler içerir. Ama o nesnenin görüntüsü, şimdiki zaman içinde duyularımızla yeniden üretilir.
Bu fikirlerin arasına duyguları serpiştirdiğimizde, kağıt üzerinde formüle dönüştürülmüş olan tüm denge bozulur. Çok neşeli başlayan bir anı travmatik sonuçlandıysa anımsama anında duygular birbirine karışır. Bir anıyı geri çağırmak, ancak geçmişin hayaletleriyle baş edebilecek güçte bir kahinin işi gibi görünen nice kimseler, toplumlar ve kitlesel olaylar vardır. Zaman tüm yapılan tanımların dışında, doğrusal olmayan, hangi yöne gittiği belirsiz bir tren gibi hareket ederken bilginin tam olarak nereden doğduğunu, zaten halihazırda orada olup olmadığını yeniden sorgulamamızı sağlayacak olan sürprizler kaçınılmazdır. Su götürmez olan tek şey anımsanan gerçeklik iyisiyle kötüsüyle var olan gerçekliği aşar, gerçek hayatın ötesine geçer. Geçmişle ilgilenmek onu yeniden yaşatmak demek değildir, zaten geçmiş ölüdür. Öyleyse geçmişle irtibat, ölü olanla irtibatta olmaktır.
Geçmişi imgeler halinde anmak için şimdiki zamanın eyleminden ayrılmak, yararsız olana değer vermek, düş görebilmek gerekir. Bir tek insan böyle bir çabayı sarf edebilir. Bu şekilde ulaştığımız geçmiş her zaman kaypaktır, elimizden hep kaçar, sanki bu geriye dönük hafıza diğer hafızayla, yani öne doğru hareketiyle bizi yaşamaya, devinmeye iten, doğal hafızanın tam aksidir. Kendiliğinden anı daha en başta kusursuzdur. Zamanın bu anıya ekleyeceği her şey bu anıyı bozacak, zaman hafızanın yerini ve tarihini koruyacaktır. Daha önce görmüş olma (déjà vu) duygusunun açığa çıkardığı “saf anı” ile kaynaşma (anı-imge), tanıma eylemiyle gerçekleşecektir. Dolayısıyla "saf anı"nın imgelere dökülme işleminin kökenini kavramak için hatırlama çabasına bakmak gerekir.
Freud’a göre hiçbir şey kaza veya tesadüf değildir. Zihnimize öylesine gelen hisler, düşünceler veya istekler bile aslında bilinçaltına ait bir arzunun anlaşılmaz biçimidir. İtiraf edilmemiş hiçbir his asla ölmez, sadece diri diri gömülür ve sonradan daha korkunç şekillerde tezahür eder. Bilinçaltı dediğimiz çöplük, tamamen ertelenmiş, bastırılmış hislerle doludur. Hepsi, orada öylece nefes alır ve bekler.
En alakasız zamanı; rüyaları ve mutlu anları mesela.
Can Akgümüş
Şubat, 2020

Crystal Chateau
Chateau is a French word that has entered the Turkish language and it denotes great and fortified structures in which the feudal lords lived in Medieval Europe. An elaborate architecture is required for these structures as they represent the immense power of their owners. Being landlord in Medieval Europe meant great influence and authority. Unlike the structure of a centralist government, chateaux transformed into stages of feudalism where totalitarian power is distributed.
While a chateau fictionally represents the memory and the feudality of human mind from a metaphorical perspective; crystal, the material of this chateau, symbolizes vulnerability and a delicate and fragile existence. Despite the powerful image created by walls, trenches and the towers, the crystal chateau becomes a delicate and fragile facility similar to the vulnerable position of memory against time. In this sense, it can only be preserved as long as it is carefully protected.
Glass, which is an inorganic, amorphous and solid material, incorporates interesting and opposite features together. As one of the most common materials used to produce various instruments since ancient times, glass is transparent and translucent; it is both strong and fragile, the indicant and the apparent. Despite the transparent and fragile nature of glass, a chateau imagined to be built from this material is surely going to possess both the glory and sturdiness of it and features of the gothic architecture together.
The first gothic works in literature were set in chateaux with labyrinthine corridors and mysteriously connecting doors; in castle ruins; in monasteries with various traps; in pitch black dungeons and creepy, deserted and isolated places. Eventually, spaces like derelict houses, factories, hospitals, schools and constricted rooms within which our metropolitan daily lives take place will all become the new spaces of gothic literature. Although architecture appears as a prominent aspect of gothic literature, that literature’s fundamental issue is with humans and their minds. In a sense, the dark spaces full of danger and obscurities where events take place, reflect the human mind and thoughts that lurk deep within. Looking at memory through this perspective, we come across a semi lit structure with labyrinthine corridors and connecting doors suitable for the rules of the gothic architecture. Like gothic architecture, gothic literature is born as a result of sensitivity to the individual and social mentality of the era and people’s fears and concerns; it focuses on the issue of an ineffaceable past that haunts the present.
In this sense, the fiction of Crystal Chateau first approaches the problem of memory through gothic art movement -literature, architecture and visual arts-. The artworks within the exhibition and the issues from which these works are born create subtitles that suit the structure, operation, alteration and loss of memory.
Remembrance/Memory
“Life is beginning. I now break into my hoard of life.” The Waves, Virginia Woolf
Alper Aydın / Aykut Öz / Bengü Karaduman / Emre Yenisoy / Haluk Akakçe / İbrahim Karakütük / Metehan Törer / Onur İzci / Ömer Faruk Şimşek / Roland Topor / Sebahattin Yüce / Semiha Berksoy / SENA / Sevil Tunaboylu / Seza Paker / Tarık Töre / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan
Personal memory plays a vital role in an artist’s process of production. The horizontal capacity created by ancient memories thrown away never to be remembered, together with the events happened to people in their personal lives, and the private memories they carefully picked and hid to recall, keeps expanding as long as life continues. Certainly, it is not a coincidence that we refer here to a personal memory of an artist, separated from the memories created by every other person. One of the most important features of art is the recreation of memory through various mediums.
A memory that cannot be reproduced is a dead memory. According to André Green, there is also dead time. A dead and stable time in spiritual life is not time without an impulse but it is a temporality where the impulse has no use. The difference of dead time compared to living time is the destitution of spiritual life. For instance, the person does not speak much, and when she does, she focuses on processing everyday matters. She talks about doing things, dealing with them. Since she perceives life as a time period to be dealt with, she cannot truly focus on what she does or lives through. It is as if she is in a fight for her life, and since she does not enjoy speaking, the associative aspect of her speeches is restricted, or even non-existent at times. Sometimes, she does not even dream; and when she does, there are no associations to follow that dream. She looks at certain images as if they are rare mysteries and changes the subject. Such a form of spirituality does not accommodate any representation; it is impossible to think, or to represent something, beyond the already narrated paraphernalia. Time simply stops; it is a dead time which we speak of as the same events are repeated within it. There is a morbid repetition.
Occasionally, this morbid repetition conquers our lives. The cyclical structure of life, appeals to almost everybody at different stops on the same road. Until then, the mindfulness of the person, who has dedicated himself to the uniqueness of his life, choices and advantages, triggers an earthquake at the first experience of déjà vu. As if the past needs to be re-discovered and the construction of the identity fortified with memories has to be reviewed.
This cyclicality discovered within the moment of deja vu can only be shattered by the artist’s ability to produce images. This act (art), which has changed the progress of the cyclicality like a slit opened within time, can change the direction of the glance. The power of the image lies within its power to make everything bloom, like a timely rain. The personal memories from which the artist sometimes feeds are, even when he reaches the end, still very personal; but then again, this personal memory appeals magically to everyone. After all, we need to excavate the malign stories hiding inside memory; we need to stand defenceless before them; this is how movement is born. Dreams begin, associations multiply, images become deeper and they reach new meanings and dimensions. Colomina, in her Privacy and Publicity (1994), refers to Benjamin who quotes Theodor Reik, “The function of memory (Gedächtnis) is the conservation of impressions; remembrance (Erinnerung) serves to distinguish them. Memory is conservative, remembrance is destructive”.
The Memory of Space
“Heaven is not a place, and it is not a time. Heaven is being perfect.”
Bahar Yürükoğlu / Barış Sarıbaş / Bedri Baykam / Begüm Yamanlar / Burcu Perçin / Deniz Aktaş / Erol Eskici / Metehan Özcan / Nejad Devrim / Pierre Alechinsky / Roland Topor / Sebahattin Yüce / Selim Cebeci / Seza Paker / Tanzer Arığ / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan / Zeynep Kayan
Life creates its own spaces in every moment to realise itself. Just like we always look for someone to bear witness to the truth of our living, we put extra effort into our environments for them to create their own memory. The sense of belonging and leaving a mark are important; it is necessary to leave a mark, drive in a nail, a stake, something on the surface of the planet even if it is nothing more than a simple tombstone recalling the construction of our existence.
Where should memories be conserved? These defenceless, private piles vulnerable to criticism surely deserve to be conserved. Together with a series of metaphorical and analytical explanations of all layers of memory, it is inevitable that we address a physical construction to answer this question.
For centuries, “ars memoriae”, meaning the art of memory, is considered an important practice of thinking and it is based on the spatial continuity leading the way for remembering. Marking the images of memory using various objects embedded into a space in an orderly manner, then taking an imaginary walk between these objects is identical to remembering. In other words, those who use the art of memory would place the things they wanted to remember as objects in a space they have already created. When they took astral journeys within these spaces and their corridors, they could precisely remember the things they wanted to, and the relationships between them.
We constantly use the art of memory in our daily lives in an inverted form. Almost all of our memories are created during the day – we can still count but need to exclude dreams – and they are associated with spaces with their doors and corridors in whose rooms we settle. However, everything we mentioned up until this point is ultimately concerned with our memory; of everyone who is living or has ever lived. But do spaces, which have been directly affected prior to and following our existence, have their own independent memories?
The memory of space, something which only shines when in contact with people, should mean making people’s practices of daily lives a part of personal and collective experience, including them in a recallable past and in the now of actions. This question leads us to approach space as a means rather than an apparatus. The memory recorded through space expresses something more than just a desire to preserve the recollections of the past. The memory of a space, in this form, should be exposed to a political and collective organization which attempts at creating future recollections for other people, so that it can declare its own independent existence. This is the only way for the space to make the past live at the present, just as it can carry this existence into the future.
Memory of the Body
“Your fragility is also your strength.”
Pina Bausch
Ayça Telgeren / Burcu Yağcıoğlu / Can Küçük / Çınar Eslek / Erdal Duman / Erol Akyavaş / Gülhatun Yıldırım / Hermann Nitsch / Mehtap Baydu / Metehan Özcan / Nazlı Gürlek / Necla Rüzgar / Roland Topor / SENA / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan / Zeren Göktan / Zeynep Kayan
The human body happens to be a frequently intervened structure which has been wanting to know itself and understand the position it needs to take since it first saw the light of day. At the end of relative developments, the perception of body as a living organism has transformed into, and designed as, an efficient instrument of labour. At the same time, notions such as beauty, youth, and uniqueness expand the circle of systematic interventions to which this instrument is exposed. After such pressures and disruptions, the fragile body is wounded. Wounds slowly open and turn into slits. Even if it eventually heals, it carries the history of its pain as a mark. The medicine of the healing body comes from the mind.
The Second World War, along with changing the lives of many people, has affected the resilience of societies and how they think. After the 1950s, artists increasingly challenged the institutions and instruments of power necessitated by modernity. This challenge can be viewed as a reflex, an opposition against power’s hegemony over the body since modernity. Therefore, institutions of art which cannot stand against commodification will encounter a new problem: actions where bodies are used and performance arts which these institutions cannot store, exhibit on their walls, or even sell.
Within the perpetual surveillance of modern daily life controlled by power, pain is a tool for intervention and discipline while pleasure is forbidden, something to be avoided by gradual reduction and restoration, condemned and controlled. The expression of pain as a means of sexual satisfaction unsurprisingly coincides with this period. The perturbating reverberations of the language of sadism and masochism reformulates the principles of pain-pleasure and turns them into a potentially political answer. This potential is liberating and teaching; the body finds a new language.
The idea of spotlighting existence via the body at the time of action has created a series of new waves which are miles away from the sublimity bestowed by typical aesthetic perception and art, and which hit the visitor in the face. Perhaps the most striking of these waves is the Wiener Aktionismus, formed by Hermann Nitsch, Otto Muehl, Günter Brus and Rudolf Schwarzkogler in 1965. This group focuses on the themes of disrupting the body, sacrificing the self, and sacrifices in general. The works which in many ways are similar to shamanic activities create shocking and obsolete spaces instead of the “proportional beauty” of art.
The most prominent artist of the Wiener Aktionismus, Hermann Nitsch, foregrounds and praises the joy of life and infinitely liberated gaiety in his ritualistic performances. Nitsch reinterprets religious rituals and forms. Taking his lead from sacrifices, healings through extravasation, and the ultimate satisfaction of authorities, he looks at these problems at a social, rather than an individual, level. His aims to catharise the public through the artist’s ritual. He steps out of the well-known definitions of a priest and occupies the position of a healer and a guide. The materials used during the rituals are things like meat and blood: the part and parcel of life. The sanctity of art and all similar taboos are destroyed by Nitsch’s actions. Those who join the rituals walk out on their personal identities and go through a process of digestion, disintegration, and losing and finding one’s self. Nitsch calls the paintings resulting from these rituals “survivors”. We can say that Nitsch’s paintings are sacrificed bodies for the achievement of societal catharsis. Bodies which are broken, split, plucked, hanged upside down; bodies whose blood is shed.
The Memory of the Object
“After a convivial evening, someone remaining behind can see at a glance what it was like from the disposition of plates and cups, glasses and food.”
Walter Benjamin
Eda Aslan / Mehtap Baydu / Osman Dinç / Özlem Günyol & Mustafa Kunt / Selim Cebeci / Seval Şener / Seza Paker / Tansel Türkdoğan / Tarık Töre / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan / Zeren Göktan
The universe has its own laws. Within the flow, everything is connected to one another, the law of action and reaction binds things together with invisible ropes. We distinguish objects from the world of living and define them as “all kinds of inanimate things with a definite weight and volume”; and within the great flow, these create their own memories.
Objects and individuals are tied to each other with close ties and they are perceived as a single “personality” due to the emotional value associated with them. The perception of object as a “personality” arises from the identicalness of individual and object. This identicalness is significant when it comes to how the object will be positioned within a particular space. Jean Baudrillard submits that the primary function of objects is to foreground the personal aspect of human relations and to add life and spirit to the shared space.
The contemporary versions of these inanimate objects have been exposed to an industrial development, passing from hand to hand, generation to generation. This development ensures that these objects will have a very deep memory capacity. The formation of certain inanimate surfaces is more toilsome and happens within very long periods of time. It is captivating to imagine that they have been witnesses from time immemorial. The fate of these objects, which are a part of our lives, is not different from ours. Due to the course of events and the great flow itself, they are subjected to many forms of transformation. They dissolve, merge, melt under pressure, evaporate, and then condensate.
When we look beyond the material of the object, we see that the object’s spiritual value comes from its ability to shape the individual’s memory. Objects which accommodate a sense of belonging are personified, they become mortal and fragile. The art of Kintsugi is informative in this respect. In Japanese philosophy and aesthetics, the damage of history on an object should not be concealed, rather, it should be made more apparent so that the object itself will be strengthened.
Lost Memory
“I am a house. In me, it is dark. My consciousness is a solitary light. A candle caught in a draught. It flickers. One minute this way, then the other. Everything else lies in the shadows. Everything else lies in the unconsciousness.”
Sigmund Freud
Can Aytekin / Can Akgümüş / Ege Kanar / Görkem Ergün / İhsan Oturmak / Seval Şener / Seza Paer / Tanzer Arığ / Yüksel Arslan
Memory is the base of existence. It has a complex rootlike structure that lies deep within, supporting systems, societies and individuals. The existence of systems is not coincidental. They are designed by humans to serve their ambitions. So, is it possible to interfere with the memories of a society which are held together by the chain of their memories? Is it possible to impose certain units of memories like beliefs or ideologies on every single individual, all of whom produce diversity and create the society?
As Berger observed, “seeing comes before words”. Our memories are disorderly piles made up of vast numbers of images; and there is a symbol for every recollection, every person, every worry, every taste and every joy. Then comes words and thus symbols are conceptualized and are turned into structures built with intensive labour.
Behind the idea of twisting memories lies the assumption that we have a standard of real memory, something which we can measure. Just as it is difficult to judge personal memory against a certain standard, it becomes even more complex when it comes to collective memory because a past experience or event is genuinely different for every participant. First, you change what is visible and transform it into a shape you wish, then you reshape the narrated past to narrate it again, and if you utilize an uninterrupted, systematic, and destructive counterforce, you can very well change memory. Things passing from one generation to the other start to change too; everything changes, transforms and ultimately a time comes when the original is completely lost.
In this sense, there are two main strands of defining a society within the context of collective memory – often lost memory –; one comes from the Enlightenment and the other from Romanticism. The basic premise behind these ideas is that the nation is a voluntary union. Renan argued that the factors which create a nation cannot be reduced to a union of race, religion and language, or to common interests and land. He claimed that the key feature of a modern nation is the voluntary participation of individuals. This means that individuals are not born with a direct belonging to a nation.
Recalling
“Remembering is an ethical act, has ethical value in and of itself. Memory is, achingly, the only relation we can have with the dead.”
Susan Sontag
Bestami Gerekli / Can Akgümüş / Fırat Engin / Kazım Şimşek / Murat Morova / Selim Cebeci / Semiha Berksoy / Şant Mengücek / Tanzer Arığ / Tarık Töre / Ümmühan Yörük / Yüksel Arslan
According to Plato, time is an unchanging variable, necessarily created during the transferral of God’s eternal life and mobility into societies. The epistemology which Plato developed during his dialogue with Menon is built on reminiscence. We see in Menon that virtue is something learned, and knowledge definitely originates from the spirit. If we define time as such, reminiscence means the ascension of knowledge into the level of consciousness. Therefore, human memory is a tool for the rational mind to consciously contemplate on truth. In contrast, Aristotle claims that knowledge originates from senses. He maintains that memory contains coherent scenes from a time in which we perceived an object as it was at that time. But the image of that object is reproduced by our senses at present.
When we insert emotions into these ideas, the equilibrium which was made into a formula on paper is broken down. If a recollection which began very joyously ends with a trauma, emotions blend into one another. Only an oracle who can deal with the ghosts of the past can recall a memory. There are many individuals, communities and mass events to whom this oracle casts his spell of recalling. While time, outside of all definitions, moves like a train, going non-linearly and without a certain direction, there will inevitably be surprises which will make us question where knowledge originates from or was it already there. What is indubitable is that reality goes beyond real life with its thread and thrum. To be interested in the past does not mean reawakening it; past is already dead. Therefore, to communicate with the past means to communicate with the dead.
To remember the past as a series of images, we need to separate ourselves from the actions of the present and value what is useless, and dream. Only humans can do this. The past we arrive this way is always elusive, it escapes us; as if this retrospective memory is the opposite of that natural memory which looks forward, which pushes us to move. Recollection in and of itself is already perfect. Everything time will add to this recollection will spoil it, and time will conserve memory’s place and history. Pure memory (recollection-image) produced by the sense of having seen it before (déjà vu), will be realised through cohesion and recognition. Therefore, we need to look at the effort to remember to understand the origins of the process of pure memory becoming images.
According to Freud, nothing is accidental or coincidental. Those random sensations, ideas, and desires are actually manifestations of something deeper within the unconscious. A feeling which is not confessed will never die, it will only be buried alive to comeback more horribly. The waste-yard we call the unconscious is teeming with postponed and repressed feelings. Everything breathes and waits there.
Waits for the most surprising time; waits for dreams and happy moments.
Can Akgümüş
February, 2020
"KESİK VE ÇUKUR / THE CUT AND THE PIT"
UNIQ GALLERY, 2018
Küratör / Curator Ezgi Yıldız & Can Akgümüş

Başlangıç ve Bitiş
(Hayat)
İki nokta arasında kat edilen mesafe, yani ölçülebilir uzam bize hesaplanabilir, kanıtlanabilir ve hatta şahit olabilinir bir hikaye yazılmasını sağlar. Uzay boşluğunda tek bir nokta şüphesiz biriciktir ancak tam da bu sebeple tek başına “biricikliği” çok anlamlı değildir; sonsuz uzayın her bir köşesini bu biricik noktalar kaplamıştır. Ancak iki nokta arasından geçen çizgi sayesinde meydana gelen bu kavuşum, noktayı kendi kapladığı alandan kurtarır, kendi bağlamından koparır ve onu “durumdan” çıkarıp ender bulunur bir “sürece” dönüştürür. Ardından çizginin üzerine ağırlık gibi oturan derinlik, baskı kurarak çizgiyi üçüncü boyuta taşır. Sonsuz noktalardan oluşan uzayda açılan bu kesik artık zamanla büyüyerek bir yarığa dönüşecektir.
Kesiğin üzerinden geçen “zaman” önceleri çukura doğru akar, dip noktasına eriştiğinde derinleşir. Böylece birikerek çukura dolmaya başlar. Yavaş yavaş her yeri kaplar, yokuş yukarı tırmanarak yükselir, hafifler ve nihayet sonuca; yani en başta seçilen her iki noktaya da ulaşarak pürüzsüz bir yüzey oluşturur. Süreç sona ermiş, çukur dolmuş, kesik kapanmış ve döngü tamamlanmıştır.
Ağız ve Göz
(Yüz)
Yüz tüm bu hikayenin tamamının resmidir. Düşünerek, karar vererek ve eylemi gerçekleştirerek asıl işi yapan her bir emekçiyi (hücreyi) görünmez kılar; her birinin yerine gören ve görünür olan, mutlak monarşi uygulayan sistemdeki en büyük otoritedir. Tüm ağırlığı taşıyan, çileli ayakların ve emektar kasların her zaman yerden yüksekte tuttuğu hükümdarın karşılama salonudur. Bu salonda çukurlar görüp duyar, kesik konuşur. Kavramın oluştuğu arka odanın tüm pencereleri ve kapıları bu cepheden ışık alır. İçeriye nüfuz eden tüm moleküller döngüyü tamamlayıp eyleme, sese, söze ve bakışa dönüşür.
Doğum ve Defin
(Beden)
İnsanlığın dünya üzerindeki varoluşu boyunca törenlerle ritüellere dönüşen, farklı coğrafyalarda yaşamış değişken kültürlerde şüphesiz her daim karşılaştığımız bu iki kavram da aynı kesik sayesinde gerçekleşir. O derin karanlığın içinden geldiğimiz gibi o derin karanlığa geri döneriz. Katettiğimiz yol, iki nokta arasındaki mesafedir. Çizginin aldığı yol güneşin doğuşuyla veya ayın geceden geceye
değişen yüzüyle hesaplanır.
Hayat çukuru doldurur. Beden çilesini tamamlar. Çizgi ikinci noktaya eriştiğinde artık her şey bir bütün ve mükemmeldir. Böylece bu kavuşum anlam kazanabilir; gün geceye, biriken anlar hafızaya, beden toprağa, doğum ise define döner.
The Beginning and the End
(Life)
The distance covered between two points, namely the measurable space gives us the possibility of writing a story that can be calculated, verified and witnessed. A single point in outer space is undoubtedly a unique one, but its' "uniqueness" is not very meaningful particularly for this reason; because the endless space is covered with these unique points. But this formation that has been created through the line which passes between two points, frees the point from the space that is covered by itself, separates it from its own context and transforms it into a rare "process" after removing it from the "condition".
The time that passes over the Cut flows into the Pit at first, and deepens when it reaches the bottom. Therefore, it piles up and starts to fill the Pit. Slowly it covers everywhere, it rises while it climbs uphill, it gets lightened and finally reaches to the conclusion; namely to the two points which have been selected in the beginning, and creates a smooth surface. The process has ended, the Pit is filled, the Cut is now healed (closed?) and the cycle has been completed.
The Mouth and The Eye
(The Face)
The face is the whole image of this story. It makes every single labourer (the cells) who carry out the actual work invisible by thinking, deciding and realizing an act; and it is the supreme authority who sees and who is visible in the system that implements autocracy. It is the Emperor's greeting hall who carries all the weight and who is always kept high above the ground by burdened feet and exhausted muscles. The pits see and hear in this hall, and the cut speaks. Every window and door of the back room which is constituted by the concept receives sunlight through this front. All these molecules that penetrate into this room complete the cycle and turn into acts, noises, words and glances.
The Birth and the Burial
(The Body)
We directly go back into that deep darkness exactly like we came from it. The distance we have covered is the distance between two points. The route of the line is calculated with the sunrise or with the face of the moon that changes night by night.
Life itself fills up the pit. The body fulfills its burden. When the distance reaches the second point, everything is complete and perfect. Therefore, this conjunction can reach to its significance; the day turns into night, the accumulated moment into memory, the body into earth and the birth into burial.